26 Aralık 2009 Cumartesi

Beşinci Mevsim


BEŞİNCİ MEVSİM

Düştü can evime dördüncü cemre;
Dünyayı üçüncü gözümle gördüm.
Dörtyüzseksenbeş gün çekti bir sene,
Onaltıncı aya takvimsiz girdim!

Aynalara baktım korku gösterdi,
Saatler her sabah kırkı gösterdi,
Namlular, nişanlar Türk'ü gösterdi;
Hayatım boyunca hedefte durdum!

Gül sundum yediler, koklamadılar.
Armağan can verdim saklamadılar.
Gittim... Gelir diye beklemediler.
Kaybolan gölgemi yollara sordum.

Getirdim yanıma ayı bir karış,
Ölçtüm ki dağların boyu bir karış,
Şehiri bir adım, köyü bir karış,
Damlada denizdir en küçük derdim.

Savurdum, eledim, seçtim zamanı,
Yaprak, yaprak tel tel açtım zamanı,
Haftada üç asır geçtim zamanı;
Nerye gittimse zamansız vardım.

Yırtıldı ruhlara çizdiğim resim.
Yazık! Kulaklara sığmadı sesim...
Yaşadığım şimdi "beşinci mevsim"
Çağın çilesini sırtıma sardım...

Abdurrahim KARAKOÇ

18 Aralık 2009 Cuma

Şehid-i Âlâ ve Gâzî-i Namdar İsmail Enver Paşa!



Metinler:
1-Volkan Ekiz - Enver'e (Şiir)
2-Dr.Mustafa Çalık - Meşrutiyet Yazısı (Makale)

11 Aralık 2009 Cuma

Yolların Sonu


-Uçmağa varışının 34. yıldönümünde Atsız Ata'yı rahmetle anıyoruz...-

YOLLARIN SONU

Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize.
Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden
İtler bile gülecek kimsesizliğimize.

Gidiyorum: Gönlümde acısı yanıkların...
Ordularla yenilmez bir gayiz var kanımda.
Dün benimle birlikte gelen tanıdıkların
Yalnız bir hatırası kaldı artık yanımda.

Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz;
Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağı'na.
Halbuki yoldaşını bırakıp kaçanların
Degişilir topu da bir sokak kaltağına.

İster düşün... Kendini ister hayale kaptır...
Uzar, uzar, çünkü hiç sonu yoktur yolların.
Bakarsın aldanmışşın, gördüğün bir seraptır
Sevimli bir hayale açılırken kolların.

Ey doğunun alnımı serinleten rüzgarı!
Ey karanlıkta bana arkadaşlık eden ay!
Arzularim bir oktur, aşar ulu dağları,
Düştüğü yer uzakta dilek adlı bir saray.

O sarayda bulunca Tanrılaşan erleri
Artık gözüm arkaya bir daha dönmeyecek.
Hepsi sussa da "Kür Şad" uzatarak elini:
"Hoş geldin oğlum ATSIZ, kutlu olsun" diyecek.

Hüseyin Nihal ATSIZ

4 Aralık 2009 Cuma

Yeniden Bir Merhaba


YENİDEN BİR MERHABA

Fethi Gemuhluoğlu*

Aylar, yıllar, vakitler geçiyor da biz rüzgarların önündeki yaprak misali dursuz- duraksız, kan ter içinde dolanıp durmaktayız. Sonra birden içimize bir "merhaba" şavkı düşüyor. İçimizin ışığı dünyayı sarıp sarmalayacak, kuşatacak sanıyoruz. İçimiz bir hoş oluyor, kabarıyor, dalgalanıyor... Merhabanın nuru bizi söyletiyor, dilimiz açılıyor... Bir tohum gerek diye tutturuyoruz... Zamanca israf ettiğimiz için hiç vakit kalmayacakmış gibi telaşlı, zaman da mahluktur ve namütenahidir diye inandığımız için emin ve telaşsız öyle diyoruz.

Bir tohum gerek diyoruz. İnsanın içine düşmeli. Orada yeşermeli. Orada göğermeli. Orada başak tutmalı. Harmanı hasadı insanın içinde olmalı. İnsanın içinde savrulup içinde ambarlanmalı... İnsan ona değirmen kesilmeli. Bu değirmen bizde çağıldamalı.

Bu tohum bir nazardan gelmeli. Mübarek ve muazzez bir kişiden. Er bir kişiden. Bu merhaba bir dosttan gelmeli. Mübarek bir dosttan. Dost bir kişiden: Bu merhaba sıcak olmalı, sımsıcak... Doğru olmalı; eğriye, gelişigüzele karşı. Alabildiğine geniş olmalı; uçsuz bucaksız, kahredici ve bunaltıcı dara karşı. Bu merhaba bir tohum olmalı; vefasızlıklara, avareliklere, günübirliklere, iğretilere, ihtiraslara karşı.

Bu merhaba yeşermeli; göğermeli; ihmallere, ilgisizliklere, yalnızlıklara karşı...

Başak tutmalı; hiçliklere, kayıplara, karanlıklara karşı.
...

Bizim de içimize bu gurbette, bu kahırda, bu çaresizlikte, bu kimsesizlikte bir merhaba sunulsa.

Bir merhaba sunulsa da gurbet vuslata, kahır lutfa, çaresizlik çareye, kimsesizlik vahdete dönse. Sırlansa, nurlansa, Allahlı olsa. "Sen olmasaydın"ın mazharı olsa. Şah-ı Velayet'in yolu olsa. İbtilalara şad ve şadüman olsa. Kahırlara omuz silkip şükürlü olsa. Cümlenin ve ağlamanın hudutlarının dışına çıksa. Hasılı merhaba olsa. Sıcak, sımsıcak bir merhaba olsa. İçimizi sarsa. Yorgunluğumuzu alsa. Bizi yusa- yıkasa. Arı ve pak kılsa... Sonra her şeye yeniden başlayabilsek. Çocukluklara, aşka, duaya, niyaza, teslimiyete, küfre, sabra, şekvaya, imana... Dönüp dönüp Hakka gelmeye. Sırat-ı müstakimden, yılların yolundan Hak dosta gelmeye...

*Dostluk Üzerine, Boğaziçi Yay., İstanbul, 1978, s. 77-79
Fotoğraf: Sedat Kısa

23 Kasım 2009 Pazartesi

Bozkırda Kalan Sancı!


BOZKIRDA KALAN SANCI

O çocuklar birer birer gittiler...
Soylu sevda türküleri dudaklarında,
Saçlarında kurt nefesi rüzgârlar,
O çocuklar birer birer gittiler...

Bir tamu karanlığı keleplenirken bozkıra
Kehkeşenlardan yıldız gibi indiler.
Tutuşturdular yeniden küllenmiş ocakları,
Bacalardan duman duman tüttüler...

Bir öğünç hil'ati gibi giydiler güzelliği
Ufuklara oturup dolunayı sevdiler.
Uzun, siyah kirpiklerinde seyyareler yanardı,
Ağ buluttan atlarla ta Sidre'ye yettiler...

Onlar, Oğuz mayası gök ışığın erleri,
Onlar, "Ülkü Çağı"nın bahadır melekleri...
Mor dağların göğsünde kaldı pençe izleri,
Hacerü'l Esved gözlerini gönlümüze resmettiler...

Eyvah biz kaldık Efsele safilinde!
Ahsen-i takvim üzre, onlar geçip gittiler...

Dilaver CEBECİ

15 Kasım 2009 Pazar

[İktibas] Çağın Dini: Hümanizm


ÇAĞIN DİNİ: HÜMANİZM

Cemil Meriç
(Ocak 1980 – Hisar Dergisi)

“Yürekten inanıyorum ki geleceğin dini katıksız bir Hümanizm olacaktır, yani insanın bütününe saygı; hayat ahlaki bir değer taşıyacak, kutsileştirilecek yüceltilecek. Yarının başlıca kanunu güzelim insanlığa özen göstermek. Belli bir şekle bürünmeyecek bu inanç, hizipler ve tarikatlar gibi kimseye kapalı olmayacak. Akıldan başka kılavuz tanımayan, gizli remizleri, tapınakları, rahipleri bulunmayan, kiliseler dışı dünyada gönlünce yaşayan geniş ve hür ilim.. İşte insanlığı kanatlandıracak biricik inanç" (Renan, İlmin Geleceği)

İmanını kaybeden bir çağın dini. Sözünü dinletmek isteyen her felsefe bu kaftana bürünmek zorunda.
Marksizmden Egzistansiyalizme kadar Avrupa’nın tüm düşünce akımları Hümanist.
Kavramdan çok kılıf; kelime değil bukalemun: demokrasi gibi, sosyalizm gibi.
Hümanizm genç bir kavram, Batı dillerini 1850’den sonra fethetmiş. Ama müstağriplerimiz hemen benimsemiş kelimeyi, onlara göre Yunus’lar, Mevlana’lar, Hacı Bektaş Veli’ler su katılmamış birer hümanist. Hümanizm nedir, kimsenin tarife yanaştığı yok.[1]
Kelimenin iki ayrı manası var: 1) Antikite hayranlığı.
16. asır Avrupası için bir kaçış, bir meçhulü arayıştı Hümanizm. Bir egzotizm, bir yeni boyut ihtiyacı.
Kilisenin yasaklarından kurtulmak isteyen Orta Çağ insanı Eski Çağ edebiyatlarına kaçtı. Ferdi cemaat içinde eritmeyen paganizm, hürriyetti, direnişti. Nas’ların çelik korsasından kurtulup kilisenin duvarları dışına fırlamak hem cazip hemde tehlikesizdi. Kendi mazisine sığınıyordu Batı; manevi mirasını yeni baştan inceliyor, o metruk hazineden el değmemiş mücevherler derliyordu. Antikite hem kendisiydi hem başkası. İnsan Hristiyanlığın posalaştıramadığı bir düşünceyle yakından temas ediyordu. Vesayetten kurtuluştu bu, kendi kanatları ile uçmak arzusuydu. Açıktan açığa bir isyan değildi şüphesiz, çünkü Hristiyanlık, Greko-Latin kültürü ile hiçbir zaman göbek bağlarını koparmamıştı. Fakat “nas”ların korkuluğundan atlıyarak putperest dünyanın şiir ve düşünce bahçelerine açılmak yine de tehlikeliydi.
Ne olursa olsun Avrupa, zincirlerini kırmak, rüştünü ispat etmek, horlanan haysiyetini kurtarmak zorundaydı. Böylece batı aydını çeşitli tahriflerle tanınmaz hale gelen Hristiyanlığı bir yana bırakacak ve giderek kendi kendini tanrılaştıracaktır.
Filhakika hümanizmin ikinci manası insanlık dinidir. Kilisenin abesleriyle bunalan serazad zekalardan kimi, "Tabiatta tanrı yoktur, tanrıyı yaratan insandır. Toplum kendi değerlerini gök kubbeye aksettirmiş, beşeriyi ilahileştirmiştir", dedi; kimi, "İnsanlığı kurtaracak tek kılavuz ilimdir; ne Rab ne ibad.”
İnsanın yabancılaşmasıydı din, bir çeşit afyondu. Geçen asrın düşünce fatihleri Promete’yi bayraklaştırırlar, "Bütün tanrılardan iğreniyorum" diyen Promete’yi. İyi ama Promete’nin iğrendiği tanrılar karanlık bir çağın kan dökücüsü, habis, zenperest mabudları değil mi?
Hümanizm, Avrupalı için kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put. Hümanizm bir aydın hastalığı ama kimse bu -izmin hudutlarını çizemiyor. Diyorlar ki hümanizm, insanı mükemmelleştirmek, varabileceği en yüksek irtifaa yükseltmek yani gerçek insan, kamil insan yapmak. Yalnız örnek kim olacak?
Sokrat mı, Vinci mi, Erasmus mu, Goethe mi? Nietzsche’nin ideali insan-üstü idi; yakın tarihin kanlı tacidarları bu rüyanın ne kadar tehlikeli olduğunu ispat ettiler. Carlyle’ın kahramanlarına gelince onlar da mazide yaşayan veya yaşandığı farzedilen birer gerçek veya tecrid. Hümanizm insanın tanrılaştırılmasıymış, hangi insanın, feylesofun mu, kozmonotun mu, yığının mı?
Hümanizm, saltanatının sarsıldığını anlayan kilisenin de bayrağı. Gerçek hümanist biziz diyen Pierre l’Hermite’lerin, Ignace de Loyola’ların torunları kanlı pençelerine ipek eldivenler geçirerek insanoğlunu kardeşliğe çağırıyor.
Katolik bir tarihçi, "Hristiyan Hümanizmi, Yunanlıların dini ideali ile İncil arasındaki kaynaşmanın eseridir, diyor; Yunan felsefesi, Latin hukuk anlayışı ve Judeo Kretien Teoloji aynı potaya döküldü, bu halitadan çıkan ana mefhum: insanoğlunun değeridir". (Grouset)
Ya İslamiyet? Hümanizm putperest sanata karşı duyulan hayranlıksa Müslüman dünya böyle bir muhabbetten habersiz yaşamıstır. Çölde doğan İslamiyet, Yunan şiirinin çılgın ve günahkar cazibesine kapalıydı. Sirenlerin şarkısını engin denizlere açılmayanlar duyamazlardı ki. İslamiyet Yunan ve Roma’dan düşünceyi almıştı, besleyici unsurları varlığına katmış, posayı bırakmıştı geriye. Unutmayalım ki karanlıklar içinde bocalayan Avrupa’ya Antik Çağ’ın en büyük dahisini, Aristo’yu İslamlar tanıtmıştır, yani Batı Hümanizmi’nin ana kaynaklarının biri İslamiyet’tir. Ne var ki İslam’ı Homeros da ilgilendirmemiştir, Virjil de.
Cahiz (772-870) için dünya şiiri Yedi Askı şairleriyle başlar. İslam, Yunan ve Latin sanatına niçin dönecekti? Ne dilde ne zevklerde ortaklık söz konusuydu.
Rönesans Hümanistleri’nin Çağdaş Hümanizm üzerinde etkisi nedir? Başka bir deyişle, bir Feurbach’ın, bir Renan’ın, bir Marx’ın dikkatini insanoğlunun muhteşem kaderine, eşsiz değerine kanatlandıran Rönesansın metin aktarıcıları mı olmuş? Onlar olmasa Comte “İnsanlık Dini”ni kuramayacak mıydı? Bilemeyiz.
Biz Rönesansı yaşamadığımız için mi Hümanist olamadık? Evvela Rönesans tarihi bir gerçekten çok bir İtalyan miti. Düşüncede yeniden doğuş ve atlayış olmaz. İslamiyet’te, kilise de yok, Allah’la kul arasında herhangi bir aracı da. İslam düşüncesi hangi baskıya karşı direnecek, bağımsızlığını kime ispat edecekti?
Hümanizm insan haysiyetine saygı, insana tabiat içinde istisnai bir değe r vermekse, İslamiyet tek gerçek Hümanizmdir.
"Humanités" edeb, efendilik, nefse hakimiyet, mukaddese saygı ise İslamiyet ve bilhassa tasavvuf "humanités" nin ta kendisi. İnsan yalnız İslamiyet’te eşref-i mahlukattır. Bir yanıyla balçık, bir yanıyla tanrı. Feyzi Hindi’nin meşhur beyiti ile çerçevelediği muhteşem varlık:
Haki, eğer bezulmeti hesdi mukayyedi,
Arşi, eğer benur-ı ilahi münevveri.

[1] Şemsettin Sami, "insaniyete muhabbet" diyor (Kamus-u fransevi). İsmail Fenni, "devr-i teceddüd üdebasının yani elsine ve edebiyat-ı atika tarafdaranının mezhebi..beşeriyete ibadet mezhebi" (Lugatce-i felsefe)
(yazarlarımıza sorsak).. Bu izm "Dünyanın en namussuz sömürüsü olan burjuva sömürüsünü örtbas etmek için ileri sürülmüş bir duman perdesi" Kemal Tahir’e göre. Ergun Göze için, "İnsan ruhunu metafizik kaynaklardan koparan ve bu sebeple insanı vücuduna irca eden zavallı bir sistem.. Son aşaması: makineleşen insan".
(Bu keşmekeş nereden geliyor. Önce kelimenin kendisinden. Kemal Tahir “Hümanizm” ile “Hümanitarizm”i birbirine karıştırmıştır.)

12 Kasım 2009 Perşembe

Sitare


SİTARE

“Çeşmek be zen sitâre
Ez men mekon kenâre”

Nerden çıktın karşıma böyle Sitare
Efsaneler dökülüyor gülüşlerinden
Kirpiklerin yüreğime batıyor
Telaşlı bir kalabalığın ortasında
Ayaküstü konuşuyoruz
Nedim'in nigehbân nergisleri gibi
Üstümüzde bütün nazarlar
Çok utanıyorum Sitare
Dün oturup hesap ettim
Sen doğduğun zaman
Ben bir askeri mektepte talebeymişim
Sen bilmezsin Sitare
Burada gündüzler çekip durduğumuz bir mercan tesbih
Geceler içinde uyuduğumuz birer siyah buluttu
Her akşam dokuzda yat borusu çalardı
Yat borusu baştan aşağı hüzün çalardı
Bir derin uykuya atardım kendimi
Siyah benli bir kız düşlerime kaçardı
Bende onu alır anamın düşlerine kaçardım

Bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
Gözlerin mi daha sıcak gülüyor
Yoksa dudakların mı anlayamıyorum

Seninle konuşurken Sitare
Aklıma yıldızlar dökülüyor
Bir çaresiz Zühre oluyorsun Babil caddelerinde
Ateş gözlü kahinler koşuyorlar arkandan
Binlerce meşalenin ışığı kımıldıyor saçlarında
Gökyüzü salkım salkım
Zigguratlar tıklım tıklım
Dönüp dolaşıp dudaklarına takılıyor aklım
Ah benim bu akıldan sıyrılmış aklım
Kimi gün boşlukta konacak yer bulamayan
Kimi gün inatçı yosunlar gibi kepez diplerine yapışan aklım
Gözlerine baktığım zaman Sitare
Bütün çöllere ay doğuyor
Yoldaş ediyorum kendime İmrül Kays’ı Antere’yi A’şa’yı
En kuytu vahaları dolaşıyorum
Hangi vahaya gitsem çadırlar sökülmüş Sitare
Çadırla su arasında bir cılga var
O cılgada narin ayak izlerin var
Durgun suya düşüp kalmış gözlerin var

Bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
Gözlerin mi daha sıcak gülüyor
Yoksa dudakların mı anlayamıyorum

Bazan sapsarı bir benizle geliyorsun
Yorgun çizgileri alnında uykusuzluğun
Biliyorum içinde bir sızı var
Bıçak ağzı gibi bir sızı var
Bu sızıdır işte seni verimsiz kılan
Züheyr’in Suad’ı gibi keremsiz kılan
Kuzeyden güneye
Güneyden kuzeye
Heyy! Gidip geliyorum bu çöllerde
Kureyş’in heybetli ve inatçı develeri
Hiç aldırmadan benim esmer sevdama
Geviş getiriyorlar ufka bakarak
Ben kaçıp Yesrib’e sığınıyorum
Yesrib bahane, bir kitaba sığınıyorum
Dağda, ovada, badiyede okuduğum hep elif
Elif diyorum Sitare, sineme elif çekiyorum
“Ah minel aşk-ı ve halatihi...”
Çok eski bir gerçektir bu biliyorum

Bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
Gözlerin mi daha sıcak gülüyor
Yoksa dudakların mı anlayamıyorum

Sinsi bir yağmur altında beraber yürüyoruz
Ve ikimizde ıslanıyoruz
Ben ne yağmurlar gördüm Sitare
Ben kaç kez iliklerime kadar ıslandım
Bilmiyorum sen kaç yaşındaydın
Ben göğü hep bir kurşun gibi ağır
O şehirde sırılsıklam gezerdim
Bölük bölük insanlar boşanırdı tapınaklardan
Tapınaklar insanları safra gibi atardı
Sonra hepsi bir yere toplanıp bana bakarlardı
Bir gün bu şehrin kirli yağmurları alıp götürdü beni
Gidip bir Uygur çadırında göğü dinledim
Kara bulutlar kükrerken bir Kaşgar sabahında
Oturup Aprunçur Tigin ile seni konuştuk
Bakışlarımı sunuyorum, tereddütsüz alıyorsun
Gizli bir tebessümle çağırıyorum, geliyorsun
Kaşı karam, gözü karam, saçı karam
Umay gibi yumuşak huylum
Nerden çıktın karşıma böyle
Sesin ılık bir bahar güneşi gibi ığıl ığıl akıyor içime
Asya’nın bozkırlarında ordular düşüyor peşime
Yığılıp kalmışım bu Anadolu toprağına Sitare
Adamakıllı yorulmuşum
Ellerin böyle olmamalıydı
Ellerine acıyorum
Ve kim bilir kaç zamandan beridir kalbimi öğütlüyorum
Durup durup ıssız yerlerde
“güçlü ol ey kalbim, güçlü ol
Daha çok işimiz var” diyorum

Bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
Gözlerin mi daha sıcak gülüyor
Yoksa dudakların mı anlayamıyorum

Dilaver Cebeci

8 Kasım 2009 Pazar

Tut


TUT

Son kaya iniyor kuyu aydınlanıyor
Ses insanın derinlerde parlayan
Son isyan denemesi oluyor güzel
İçimde yaman tutuk bir şair doğuyor
Tut elimden
Dosta düşmana karşı bir iyi konuşayım
Tut
Kulede saat kırılmasın
Geyikler sağır
Rüyalar boğuk olmasın

Son kıral ağlıyor, üstünde son kuş yoruluyor
Halkın kayıp annelere karşı saygısı yok
Tut elimden
Düşen tüyleri toplayalım
Tut
İsimsiz çocuk ağlamasın
Kuyuda ışık sönmesin
Kırk oda içiçe dönmesin
Halayıklar sağır
Dualar boğuk olmasın

Son insan yürüyor
Tut elimden kaçalım
Kaçalım kaçalım
Bizi kimseler görmesin
Arıyanlar bulmasın
Tren duvarları sarsmasın
Yürek bu kadar hızlı çarpmasın
Kan böylesine hızlı akmasın
Aşkın kulakları sağır
Sesi boğuk olmasın

Sezai Karakoç

28 Ekim 2009 Çarşamba

Kara Destan


QARA DASTAN

Kimsə bilməz Tanrıdağ’ın yaşını,
Duman almış Altaylar’ın başını,
Uçurmuşdur başdan dövlət quşunu,
Sərvətinə üz çevirmiş zaman hey…
Qoca Türk’ün düşdüyü hal yaman hey…

Dörd bir yana dağılmış Türk soyları,
Sönmüş ocaq, köçüb getmiş boyları,
Dərdli-dərdli axar bozqır çayları,
Saxlar içdən gizli ümid, güman hey…
Qoca Türk’ün düşdüyü hal yaman hey…

Ağ alnına qara yazı yazılmış,
Yaylalarda düyün-dərnək pozulmuş,
Gəlinlərin gur saçları çözülmüş,
Yada qalmış, dilər eldən aman hey…
Qoca Türk’ün düşdüyü hal yaman hey…

Dağdan-dağa çarpıb getmiş doğanlar,
Qayalarda izi qalmış al qanlar,
Ordulara buyruq verməz İlhanlar,
Harda qalmış "set"lər yıxan fərman hey…
Qoca Türk’ün düşdüyü hal yaman hey…

Xarab olmuş Buxarası, Başkəndi,
Matəm tutmuş Səmərqəndi, Daşkəndi,
Kəndi söylər, tökər gözdən yaş kəndi,
Nə ozan var, nə yazan, nə şaman hey...
Qoca Türk’ün düşdüyü hal yaman hey...

Qazan, Başqırd batmış, Krım sürülmüş,
Mənim çəkik gözlü yarım sürülmüş,
Qonum-qonşum, bütün varım sürülmüş,
Bulunur mu Sibirya’da iman hey?
Qoca Türk’ün düşdüyü hal yaman hey...

Türk elləri bir-birinə yadlanır,
Qazax, Qırğız, Türkmən, Özbək adlanır,
Azəri Türk yanar, içdən odlanır,
Ana yurdun içdən halı duman hey,
Qoca Türk’ün düşdüyü dərd yaman hey...

Keçən çağlar, yatmış ellər ayılmaz,
Tarım çayı doğru yola qoyulmaz,
Hey... səslənir Amudərya duyulmaz,
Sirdərya’da qalmamışdır dərman hey...
Qoca Türk’ün düşdüyü dərd yaman hey...

Xəzər coşar, xəbər salar Kürünə,
Axıb gedər Kür sürünə-sürünə,
İdil ağlar Altın Ordu yerinə,
Aral da öz varlığından peşman hey...
Qoca Türk’ün düşdüyü dərd yaman hey...

Azərbaycan dərd içində boğulmuş,
Sevənləri diyar-diyar qovulmuş,
Ağla şair, ağla, yurdun dağılmış,
Nerdə qopuz, nerdə qırıq kaman hey?
Nerdə böyük Vətən, nerdə TURAN hey...

Almas İldırım

26 Ekim 2009 Pazartesi

Aylak Göz



AYLAK GÖZ

Erkenden aşındırır aşkını
Odaların köşelerine zamansız oturur
Duyarsa bir çocuğun
Oyundan çağrıldığını

Başının her seferinde döndüğü kumarı
Gönlünü bir tarzla kurularken kazanır
Anlarsa yenilen bir kadının
Darda kaldığını

Kendi kendine ardaşak kaçağı
Arada bir bakınır ne yaptığına
Süresiz kapılır tablolara yangelir
Ve oturdu mu bir masaya
Hakkını verir çay içmenin

Bu adam kitapların uçlarına
Çizilmiş itilmiş resim
Korkmadan yaşar tebessüm gösterir
Ağır başıyla nöbet alır
Dağdan kaçar şehri çevirir
Ve bırakır gönlünü bir tazı sıçramasına

Erkenden aşındırır aşkını
Anlamaz bir kadının
Süresiz kapılıp yangeldiği tablolara
Severek tebessüm attığını
Ağır başıyla kopar dağdan
Nöbet alır şehri devirir.

Cahit Zarifoğlu

17 Ekim 2009 Cumartesi

Adamlar...


ADAMLAR

Adamlar bilirim: coşkun...
Adamlar bilirim: durgun...
Adamlar bilirim: adları,
Boylarından uzun.

Adamlar bilirim: iri...
Adamlar bilirim: ufak...
Adamlar bilirim ki sözleri,
Eserlerinden parlak.

Adamlar bilirim: sönük,
Adamlar bilirim: çürük;
Adamlar bilirim: rozetleri,
Yüreklerinden büyük.

Adamlar bilirim: anlamamış,
Anlamayacak ne olduğunu.
Adamlar bilirim: dolduramamış,
Dolduramayacak koltuğunu.

Adamlar bilirim: yamuk, iğri…
Adamlar bilirim: maskara…
Adamlar bilirim: elleri,
Eldivenlerinden kara.

Sabahlar bilirim, öğlenler,
İkindiler, akşamlar bilirim,
Ve günlerin, gecelerin,
Dışında yaşayan adamlar bilirim.

Arif Nihat Asya

1 Ekim 2009 Perşembe

Zaman Bir Ejderdir Ensemizde Soluyan...



ZAMAN BİR EJDERDİR ENSEMİZDE SOLUYAN

Sonra gerinir üstümde buğulu bir gök,
Yağmur damlaları değer kirpiklerime...
Töresizdir caddeleri bu şehrin
Ve sokakları serseri...
Sagu sağarken yıldızlar mastar dağına,
Çılgın hançerler altında kan tutar geceleri...

O, eski sızılı geceler yok artık,
Bizi kucaklayan, saçlarımızdan öpen...
Bir uzak denizde küreğe mahkûm masallar,
Ne cin kaldı, ne peri...
Alıcı tarlanlar dolaşır başımızda,
Akasyalar dal-kılıç çeri...

Çocuklar gelir geçer yanımdan,
Uzanamam ellerine, ellerini tutamam.
Okşamaz saçlarını sarışın kuşluklar,
Utanır zamandan yumuşak kâhkülleri...
Mezardan karanlık, rüyadan derin,
Eris kuyusuna düşmüş gözleri...

Bu maviyle kavgalı göğün altında,
Beraber vurur yüreklerimiz,
Beraber soluruz bu havayı
Kim bilir kaç yıldan beri...
Dökülür oluk oluk kaderimize,
Ülküsüz çeşmelerin simsiyah kiri...

Bir gün sana rastlasam şu sokaklarda,
Dörtnala küheylânlar geçse göğsümden...
Yeniden sızlasa sıcak avuçlarında,
Yusuf güzelliğimin çizgileri...

Dilaver Cebeci

7 Eylül 2009 Pazartesi

Bir Başka Tepeden



BİR BAŞKA TEPEDEN

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Nice revnaklı şehirler görülür dünyada,
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada;
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

Yahya Kemal Beyatlı

5 Eylül 2009 Cumartesi

Boz Qurd



BOZ QURD

Şair yuxusuna gül-çiçək girər,
Yenər yuxusuna göydən mələklər.
Yuxumda nə gördüm?!
Onun əlindən.
Nə çəkdim…
İlahi!Bilməyəcəklər.

Hər gecə,hər gecə yuxularımda
Çadırı dağılmış,ocağı sönmüş,
Tanrı qarğışıyla taleyi dönmüş,
Taleyi dönəndən qəm sərhəddinin
Bir ucu günbatan,biri gündoğan-
Dağından,daşından,adamlarından,
Hətta otundan da qəriblik yağan;
Qara torpağına nə toxum əksən,
Yenə də baharda ayrılıq bitən
Bölünə-bölünə yox olub itən-
Sevgili bir yurd.
Sevgili bir yurd-
Hər gecə,hər gecə yuxularımda.

Hər gecə,hər gecə yuxularımda
Bu yurdla yanaşı,bu yurd boyunca
Ulaya-Ulaya dolaşıb gəzən,
Obu,Yeniseyi,İtili keçib
Altaytək,Ağrıtək dağ aşıb gəzən
Üzü mavi,
Gözü göydən daha mavi,
Ağzı atəş kimi bir qurd.
Ağzı atəş kimi bir qurd-
Hər gecə,hər gecə yuxularımda.
Üstümə qəm gələr əjdahalartək,
Yuxumda bir ağız qurd ular,keçər.
Nədənsə həmişə yuxularımdan
Önündə qurd duran ordular keçər.
İndi gizli gəlir yuxuma bir vaxt
Ulaşa-ulaşa ordular basan.
Uluslar,“Bay göllər”,Göyçələr səni
Məndən soruşurlar,Boz qurd,hardasan?!

Gəl,mavi işıqtək ələn başımdan,
Gəl,çıx uğuruma qaba ağactək.
Məni bu yuxudan alıb getməyə
Qaraquş oyunlu boz atlar gərək.
Məni bu yuxudan alıb getməyə
Qaraquş oyunlu boz atlar üstə
Gözündən od yağan övladlar gərək.

Eşidirsinizmi?!-
Qara qazlıq atların
Kişnərtisi gəlir misralarımdan.
Nə olsun səsimə yox qulaq asan?
Dalınca getməyə hazır durmuşam,
Səni gözləyirəm Boz qurd,hardasan?!
Hər gecə,hər gecə yuxularımda,
Üzü mavi,
Gözü göydən daha mavi,
Ağzı atəş kimi bir qurd
Və sevgili bir yurd-
Hər gecə,hər gecə yuxularımda

Şair yuxusuna gül-çiçək girər,
Yenər yuxusuna göydən mələklər.
Yuxumda nə gördüm,Onun ucundan.
İlahi, nə çəkdim…
Bilməyəcəklər.

Rüstem Behrudi