25 Aralık 2011 Pazar

Çılgın Hüzünlü


ÇILGIN HÜZÜNLÜ

Çünkü yaşamak gibi bir şeydi yaptığı
anasız bir tay gibi coşkun ve hüzünlü
akşamın dinginliğini otluyordu o zaman

her sabah denize çıkar, bir elma yerdi
hüznünü ve çılgınlığını elmanın
gözünü yumsan ağzında duyarsın

ellerine bakma artık
çünkü kar yağıyor
çılgın hüzünlü

büyük kentleri düşünse de rahatlasa
işte her şey nasıl haince karıştırılmış
kirli çamaşırlarla sabunlar ayrı semtlerde
saatin sonunda meydan
suyun sonu ilerde
böyle yaşamak zordur elbet anlıyorum
çılgın ve hüzünlü

çünkü bakışları yazda geçmiş bir geceyi andırıyor
yaşanmış mı temmuzda mı belli değil
çılgın ya da hüzünlü

şimdi dolaşıp duruyor aramızda
kıpkırmızı bir duyğu olarak
doğudan batıya bir güz halinde
çılgın ve hüzünlü

biraz dağ yollarını öğrenmesi gerek sanırım
kahırçeker mekkâri katırları gibi
onlar ki hiçbir şeyleri yok
korkunca çılgın sevinince hüzünlü

kar dindi
gerçekten dindi
ellerine bakabilirsin artık.

Turgut UYAR

16 Aralık 2011 Cuma

Dişlerimiz Arasındaki Ceset


DİŞLERİMİZ ARASINDAKİ CESET

Biz şehir ahalisi, kara şemsiyeliler!
Kapçıklar! Evraklılar! Örtü severler!
Çığlıklardan çadır yapmak şanı bizdedir.
Bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler.

Nezaketten haklılardan yanayızdır hepimiz,
Sevinmemiz çapkıncadır, ağlatır bizi küpeşteler.
Yaşamak, deriz, -oh dear- ne kadar tekdüze;
Katliamlar ne kötü be birader!

Güneş neredeysek orada bulur bizi;
Ya cünup ve yalancı veya miskin ve ülser...
Falımız neyse çıksın diye açarız indeksleri,
Sayılar bizi bulur, o ayıp işaretler...

Saframızla kesemizi birleştiren anatomi bilgisi,
Hadım tarih, kundakçı matematik, geri kafalı gramer...
Evet, bunlar gizlice örgütlenerek alnımıza,
"Verem olmak üretimi düşürür!" ibaresini çizer.

Biz şehir ahalisi, üstü çizilmiş kişiler,
Kalırız orda senetler, ahizeler ve tren tarifesiyle...
Kim bilir kimden umarız emr-i bi'l-ma'ruf;
Kim bilir kimden umarız nehy-i ani'l-münker...
Bize yalnız oğulları asılmış bir kadının,
Memeleri ve boynu itimat telkin eder.

İsmet ÖZEL
(1982)

25 Kasım 2011 Cuma

Akşamlar Hey Akşamlar



AKŞAMLAR HEY AKŞAMLAR

Kim esir değildir,
Kendi içerisinde?
Akşamlar hey akşamlar!

Doğmasaydım eğer,
O küçük şehirde;
Kim böyle boş gezer,
Yüzer gibi olur,
Bir koca nehirde?

Yorgunluk hey yorgunluk!
İnatçı yorgunluk!
Dalgın bir yüz kadar,
Tozlu ayakkabılar...
Yorgunluk hey yorgunluk!

Cahit KÜLEBİ

2 Ekim 2011 Pazar

Hızır'la Kırk Saat'ten


HIZIR'LA KIRK SAAT'TEN

Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
Nasıl sileceğimi öğretmediniz

Bir kentten daha geçtim
Buğdayları yakıyorlardı
Yedikleri pirinçti
Birbirlerine açılan borular gibi üfürüyorlardı
Sonra birbirlerinden borular gibi çıkıyorlardı
Pirinçler gibi çoğalıyorlardı
Atlarını yalnız atlarını cana yakın buldum
Öpüp çıkıp gittim yelelerini

Sezai KARAKOÇ

18 Ağustos 2011 Perşembe

Ferahfeza Mevlevî Ayini

Herkesi, idrakinin sınırları ölçüsünde, Dede Efendi'nin büyüklüğünü fark etmeye davet ederek...



"Bişnev ez ney çün şikâyet mîküned
Ez cüdâyîhâ hikâyet mîküned"

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Aşk Risâlesi


AŞK RİSÂLESİ

Dirilmek yeniden
Yerin uyanması gibi kımıldaması gibi toprağın
Bulutları yarması gibi gün ışığının
Yağmurun ansızın boşanması
Binlerce kuşun bir anda parlaması havalanması
Erimesi gibi karların ve buzulların
Patlaması gibi dal uçlarında tomurcukların

Dirilmek yeniden
Yüzyıl süren bir berzahtan geçmişiz gibi
Kandan kinden öfkeden
Üstümüze bir sağnak boşanmış gibi
Sürekli lekelendiğimiz çözülmeye terkedildiğimiz
Bir bataktan çıkar gibi.

Yürürken otururken yatarken
Hep çürümek durumunda kalmış
Duyduklarımızdan dolayı kulaklarımız
Gördüklerimizden ötürü gözlerimiz
Dokunduklarımız için ellerimiz.

Belli bir bozgun yaşamışız
Her şeye ölüm dadanmış sanki
Kadınlar ki anne olmamak için direniyorlar
Erkekler ki savaşmayı tümden unutmuşlar
Çocuklar zaten hiç çocuk olmuyorlar
Çocukluk kalkmış dünyadan gibi
Her çocuk antik çağ filozoflarından bir kalıntı sanki.

Aşkın son saltanatını yaşamak için mi ey kalbim
Ruhun serüvenine bir kale olmak için mi
Bu başkaldırma kanatlanma?

Durmadan geçiyordu o zamanlar
Üstümüzden tanklar toplar binler tonluk arabalar
Boğuk bir ses madeni bir böğürme
Bir metropol devinin içimiz titreten iniltisi
Ta uzaklarda şehirlerin üstünde kımıldayan
Bir korkunun yüreğimizde biriken tedirginliği
Bir sam yeli gibi bedenimizi yüzümüzü saçlarımızı
Yalayarak
Çekiyordu bizi ve herkesi.

Ama sen uzaklardaydın ey kalbim
Uzaklardaydın, sevdiğim uzaklardaydı
Ayın ve yıldızların çağlayarak
Berrak şelaleler yaparak
Coşku içinde aktığı
Bir yerlerdeydi.

Hani bir gün bir çobana rastlamıştık
Kavalıyla bir sümbülü emziriyordu
Adı Ferhat mıydı neydi
Koyunların, kurtların, böceklerin ve çiçeklerin
Sadakatten mest oldukları
Her birinin gözlerinde
Kaybolur gibi kayar gibi
Dalıp gittiğimiz o saadet evreni
Kayaların yüzlerinden okuduğumuz o ebedi bilinç
Bizi çekip almıştı kılcal damarlarımızdan.

Yaslan göğsüme sevdiğim
Benim gönlüm gök gibidir, açık deniz gibidir
Pas tutmaz benim içim yeryüzü gibidir, toprak gibidir
Sen ki bulut gibisin
Ay gibisin, güneş gibisin bazan.

Usul usul inen
Yağmur tıpırtılarını
Dinler gibi
Dalıp gitmiştik
Sen konuşuyordun
İpil ipil yağan bir yağmur gibi konuşuyordun
Onlar ki konuklarımızdı
Adları Kerem'di, Yusuf'tu, Kays'tı
Hepsi de ezelden tanıdıktı, dosttu.


Sen bir taze haber gibi gelmiştin unutmadım
Her gelişin bir taze haberdi unutmadım

Aşktı alıp verilen altın bir vakitti yaşadığımız
Bir muştuyu algılamanın sürekli gerilimiydi sanki
unutmadım

Can oynanırdı evlerde yollarda meydanlarda
Can alınıp can verilirdi hiç unutmadım

Sen uyurdun uykun bir tepeden seyredilen uçsuz bir vadi
Kıyısından seyredilen bir denizdi sanki unutmadım

Ah sevgili ! Hayat görünürdü kapından, bir çırpınış
yüreklerimizde
Sen evinden çıktığında güneşler doğardı içimizde
unutmadım

Toprağa düşen tohum onda gizlenen renk şekil koku
Senin için biçimlenirdi renklenirdi kokardı senin için
unutmadım

Ebedi masum çocuklar zamanın solmayan çiçekleri
İstemişlerdi de ezan okumuştu Bilal bir sabah
unutmadım

O dirildi O dirildi diye birden çalkalanan sokaklar
Ölüm ki sonsuza açılan bir kapıydı hiç unutmadım
Ey aşk ey dirilik soluğu ey evrenin hareket kaynağı
Nasıl unuturum nasıl unuturum hiç unutmadım.

Haydi gel sevgilim
Uzanalım toprağın altına
Çiçekler mayalansın göğsümüzde
Bu akıp giden bu kör gidip yol giden
Kalabalıkları bu insanları
Ezen çiçekleri, bir kere bile farkına varmayan
Dökülen bu yıldızları yağmur birikintilerine
Çiğneyerek geçen bu adamları ve kadınları
Uyarmak için bir an durdurmak için
Bu bizi terkeden, bacaları öksüz ve boynu bükük
İçimizde sonsuzluk kavislerinden izlerini taşıdığımız
Ama şimdi kendimizi zorlasak da
anımsayamadığımız, tasarlayamadığımız o kırlangıçları
Ah tekrar dönülebilir mi? yaşayabilirmiyiz ?
Uzansak yerin altına ve toprak olsak.

Haydi gel sevgilim
Bir daha deneyelim
Bir kere daha kesmek için yolunu kalabalıkların
Yüreğimizden gönlümüzün derinliğinden
Vermek hep vermek için
Çünkü dağıttıkça çoğalır bizim zenginliğimiz
Aşkın bir adı da berekettir
En iyi anlatandır o
Hira'da bir mağarada
Gözden döküleni
Gönülden geçeni.

Âh hep o kelimeyi bulmak için bütün bu
Çabalarım
Seni çağıracak olan.

Nasıl da unuttuk
Oysa daha anar anmaz adını
Ansızın patlayan bahara bir pencere açmışız gibi
Kış ortasında çıkıveren güneş gibi
Birden sıyrılıverip bulutlardan
Üryan görülen can gibi
Doldururdun içimizi
Ve eviçlerimizi.

Âh oruçlu bir Ağustos vaktinde
Bir kayanın dibinden kaynayan
Soğuk ve berrak sulara
Uzanıp kana kana
Avuç avuç alıp
Yüzümüzde içimizde
Duyduğumuz
Gibi
Aşk.

Âh bir yalnızlık vaktinde
Herkesle birlikte olduğumuz
Gene de yalnız olduğumuz
Bir parkta
Ta uzaklardan gelir gibi
Bir tamburdan bir ezginin
Bizi bizden ve herşeyden
Alıp götürdüğü gibi
Aşk.

Haydi gel sevgilim gene arayalım
Makam-ı İbrahim'de rastlanan ayak izlerini
Dedesinin elinden tutup Kubeys Dağı'na götürdüğü
Yüzüsuyu hürmetine yağmur istediği
Yeryüzünün bereketlenip çiçeklerle bezendiği
Develerin coşarak çöllerde
Ayak sesleriyle şiirler bestelediği
O vakitleri.

Haydi gel bir daha bir daha
Arayalım
Herkesin ve herşeyin uykuya vardığı
Bir vakitte
Gürül gürül
Bardaktan boşanır gibi
Yeryüzünü ve gökyüzünü
Dünyanın bu yüzünü ve öbür yüzünü
Geceyi ve gündüzü
Dolduran
Yüreğimizi kuşatan
O kitaptan
Okunanı.

Yaşamak, avını gözleyen
Sessiz gergin
Soluk soluğa
Bir atmaca
Sağ elimin
Parmakları ucunda.

Ve ölüm
Bir güvercin
Beyaz
Süzülen masmavi gökten
Berrak sulara.

Bir yıldız kayıyor kayıyor kayıyor
Bir dal uzuyor uzuyor
Bir gül kanıyor bir seher vaktinde
Yanıyor bir ateş için için
İçimde içimin de içinde
Bir ezgi dönüyor dönüyor dönüyor
Bir ney eriyor dudaklarımda

Aşkın bir adı da yorulmamaktır.

Erdem BAYAZIT

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Srebrenitsa: "Bir cinâyet ki: cezâlar ona nisbetle küçük!"

Bugün 11 Temmuz... Hollandalı askerlerin şereften ve Avrupa'nın soykırımdan ne anladığını öğrendiğimiz günün 16. yıldönümü... Bugün, Srebrenitsa Katliamı'nın 16. yıldönümü...

Aşağıdaki mısraların yazılmasının üstünden ise neredeyse yüz yıl geçti... Srebrenitsa'yı, Hocalı'yı, Gulca'yı, Kanlı Noel'i ve daha nicelerini anarak bu tarihî ikazı bir kez daha tekrar edelim:



"Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım: 
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım: 
Ne yapıp ye'simi kahreyleyeyim bilmem ki? 
Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!.. 
Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan 
Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan? 
Şu mezarlar ki, uzanmış gidiyor, ey yolcu, 
Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu! 
Bu ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübîn... 
Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin! 
Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar: 
Dipçik altında ezilmiş, parçalanmış kafalar! 
Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler! 
Kim bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler! 
«Medeniyet» denilen vahşete lânet eder, 
Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler! 
Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden! 
Nice başlar, nice kollar ki, cüdâ cisminden! 
Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkât; 
Sonra nâmusuna kurban edilen buna hayat! 
Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler! 
Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler! 
Teki binlerce kesik gözdeye âid kümeler: 
Saç, kulak, el, çene, parmak... Bütün enkaz-ı beşer! 
Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından, 
Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can! 
İşte bunlar o felâket-zedelerdir ki, düşün, 
Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün! 
Müslümanlıkları bîçârelerin öyle büyük 
Bir cinâyet ki: cezâlar ona nisbetle küçük! 

Ey bu toprakta birer nâş-ı perişan bırakıp 
Yükselen, mevkib-i ervâh!.. Sakın arza bakıp 
Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var... 
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var! 
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza! 
Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!.. 
Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark'ın, tükürün!.. 
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün! 
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere! 
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere! 
Tükürün Ehl-i Salîb'in o hayasız yüzüne! 
Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne! 
Medeniyet denilen maskara mahlûku görün: 
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!.."

Mehmed Akif ERSOY

8 Temmuz 2011 Cuma

Kutub-u Şikeste


KUTUB-U ŞİKESTE

Yağmur başladı sen dedim camlara koştum
Doğursan zulmümden çıldıracaktı deniz
Biz aynı hırkayı giyecektik Muhyiddin ağlayacaktı
Muhyiddin ağlayacaktı biz aynı hırkayı sırayla giyecektik biz

Meğer gül hemen çözülmezmiş hemen gül meğer
Yürürmüşüm ve parçalanmayabilirmiş avrat
Bana düğün salonlarından beri Rab patlat
Şu aynayı koynuma almazsam eğer

Anlamadığım çocukları balkonuma gömerim
Şeyh gardolaplarıysa ancak yağmur bildirir
Bir şemsiye sarıklaştırır at değil midir?
Nizamülmülk, Gazâlî, Sabbah; koşsalar?..

Kuş patladı, Allah vardır, bisiklet söylüyorum
Fotoğrafı Ve’l Asr ile açıkla derdi babam
Kuyulardır, derindir, içinde adam vardır
Yusuf bile düşmüştür aleyhisselam!

Ayın aydınlık yüzü gibi bir tiren dolu bacak
Ağlamak
Abdesti bozmaz mıydı be şeyhim?
Gelmeyeydin yanlış planlanmış bir gömleği
Ta kendi kuzusuna verecek idim
Gidiyorsun ve gayet planlanmış bir kuzudan
Gömlek sökmek üzreyim

Ve nihayet göğe düşsem Bengitay işte
Annemi daha içeriden açıklayabilirim
Şol cinnete pasaj dersen sevgilim beni sıkma
Sevgilim beni sıkma ben
Okuma bilirim.

Ah Muhsin Ünlü

1 Şubat 2011 Salı

Münacaat

MÜNACAAT

Bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı
ölmedim genç olarak, ölmedim beni leylâk
büklümlerinin içten ve dışardan
sarmaladığı günlerde
bir zamandı
heves ettim gölgemi enginde yatan
o berrak sayfada gezindirsem diye
ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.

Vakti vardıysa aşkın, onu beklemeliydi
genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için
halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
demedim dilimin ucuna gelen her ne ise
-vay ki gençtim-
ölümle paslanmış buldum sesimi.

Hata yapmak
fırsatını Adem'e veren sendin
bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana
gençtim ben ve neden hata payı yok diyordum hayatımda
gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi
haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne
bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak
bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini
tanıdım Ademoğlu kimin nesiymiş
ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş kişiyi.

Çeşme var, kurnası murdar
yazgım
kendi avucumda seyretmek kırgın aksimi.

Gençtim ya, ne farkeder deyip geçerdim
nehrin uğultusu da olur, dalların hışırtısı da
gözyaşı, çiğ tanesi, gizli dert veya verem
ne fark eder demişim
bilmeden farkı istemişim.
Vay beni leylâk kokusundan çoban çevgenine
arastadan ırmaklara çarkettiren dargınlık!
Yola madem
çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmıştım
hava bozar, yüzüm eğik giderdim yine
yaza doğru en kuduzuyla sürüngenlerin sabahlar
yola devam ederdim.

Gençtim işte şehrin o yatık raksından incinen yine bendim
gelip bana çatardı o ruh tutuşturucu yalgın
onunla ben
hep sevişecek gibi baktık birbirimize.
Bir kez öpüşebilseydik dünyayı solduracaktık.

Oysa bu sürgün yeri, bu pıtraklı diyar
ne kadar korkulu yankı bulagelmiş gizlerimizde
hani yok burda yanlışı yoklayacak hiç aralık
bütün vadilere indik bir kez öpüşmek için
kalmadı hiç bir tepe çıkılmadık
eriyeydik nesteren köklerine sindiğimizce
alıcı kuş pençesiyle uçarak arınaydık
âh, bir olaydı diyorduk vakar da yoksanaydı
doğruydu böyle kan telef olmasın diye çabalamamız
ama kendi çeperlerimizi böyle kana buladık
gönendi dünya bundan istifade
dünya bayındırladı:
Bir yakış, bir yanış tasarımı beride
öte yakada benî âdem
her gün küsülü kaldık.

Bunca yıl bu gücenik macera beni tutuklu kılan
artık bu yaşa erdirdin beni, anladım
gençken almadın canımı, bilmedim
demek gökten ağsa bile tohum yürekten düşecekmiş
çünkü hataya bağışık büyük hatadan beri nezaret yer
çiğ tanesi sanmak ne cüret, gözyaşıymış
insanın insana raptolduğu cevher.

Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana Yarabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım Ya Rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?

İsmet Özel

19 Ocak 2011 Çarşamba

Jazz

Niçin?


JAZZ

Bu vapuru kaçırırsam beni belki de cinnet basar
belki kanser olurum bu yıl sınıfta kalırsam
nöbette uyursam eğer kitaplarımı yakarlar
etimde şirpençe çıkar bu kızı alamazsam
bu işi bitiremezsem şehirden beni kovarlar
izin kağıdım yanar konuşacak olursam
bu senet bankalar kapanmadan
ruhumun rengini kapatmayacak olursa
ölür kuyuya düşen çocuk
çocuğun mercan saati çatlar mutlaka
koşup haber vermeliyim
yetkili memura
bahar geliyor, ilerliyor yeminler
alnımı kapıp getirmeliyim
denizi karşılamaya
kırlangıcın kanadındaki kezzap
leylakta sıkışan buhar için
nabzımı bulmalıyım nerede bulacaksam
nabzımı çünkü ben kasadan fiş alarak
yağmuru, selvileri zor durumda bıraktım
benim yongalarımdan yapıldı bu çelenkler 
ben papatyaları şımartmadım diye oldu
Mata Hari'ler casus, Al Capone'lar gangster
inmem gerek gözbebeklerimin altına
beynimin ortasına büzülmeliyim
genşeyip kımıldayabilirim oradan sonra
dum di dum
duridum dubida
kendi kalbimle zamanım arasındaki sarkaç
püskürtüyor beni dünyaya
bırakıyorum zerreciklerime kadar emsin beni
Atlantik ve Pasifik ve beş kıta
koşmam gerek
yetişmem gerek yazgım
tutmam gerek, sormam gerek, bilmem gerek
esenlemem, kargışlamam, irkitmem gerek niçin
niçin, niçin, niçin
kuyuya düşen çocuk niçin ölmesin

İsmet Özel
(1981)

13 Ocak 2011 Perşembe

Angut


ANGUT

Umudu kalmamış kuşlara baktım
ay altında göz kapayan atlara
bir damla yağımdan ben bunu yaktım
uzattım, umutsuz kuşlara baktım

Umudu kalmamış kuşlara baktım
sevmekten taranmış sık saçlarına
rastlasam çevirip bir soracaktım
tenhaydı, umutsuz kuşlara baktım

Umudu kalmamış kuşlara baktım
diyecek hiçbir şey kalmamış gibi
susuz ve acıydı öyle bıraktım
ağladım, umutsuz kuşlara baktım

Umudu kalmamış kuşlara baktım
ben şuncacık şair baktım öylece
yanlarına usul sokulacaktım
görmedim, umutsuz kuşlara baktım

Umudu kalmamış kuşlara baktım
sevdiği kanamış, göğsü kıpkızıl
dönüp de havada haykıracaktım
düşmesem.. umutsuz kuşlara baktım

Umudu kalmamış kuşlara baktım
kupkuruydu her şey hiç umut yoktu
kalbimi Allah'a kadar fırlattım
Allah'a, umutsuz kuşlara baktım

Umudu kalmamış kuşlara baktım
şiir yok darı yok keler yok kurt yok
ne bir şey bildirdim ne de anlattım
unuttum, umutsuz kuşlara baktım. 

Süleyman Çobanoğlu

8 Ocak 2011 Cumartesi

Kanla Kirlenmiş Evrak


KANLA KİRLENMİŞ EVRAK

Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında.
Aşklarım, inançlarım işgal altındadır
tabutumun üstünde zar atıyorlar
cebimdeki adreslerden umut kalmamıştır
toprağa sokulduğum zaman çapa vuran adamlar
denize yaklaşınca kumlar ve çakıl taşları
geçmiş günlerimi aşağılamaktadır.

Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında.
Ve rüzgar buruşturuyor polis raporlarını
kadınlar fazlasıyla günaha giriyorlar
bazı solgun gömleklerin çözük düğmelerinden
çelik tırpan gibi silkiniyor çocuklar
denizin satırları arasında.
Gece arsızca kükrüyor paslı beyninde şehrin
küfre yaklaştıkça inancım artıyor.

Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında
öyle yoruldum ki yoruldum dünyayı tanımaktan
saçlarım çok yoruldu gençlik uykularımda
acılar çekebilecek yaşa geldiğim zaman
acıyla uğraşacak yerlerimi yok ettim.
Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın
başından başlayabilirim. 

İsmet ÖZEL