NE SÖYLESEM Kİ HARABIM, NE EYLESEM Kİ HARAB!
Dücane Cündioğlu
(10 Ocak 2004 - Yeni Şafak)
Böyle söylemiş şâir ve hakikaten ne güzel söylemiş! Söyledikleriyle veya yaptıklarıyla boş yere mesûd ve mesrur olanların vird-i zeban eylemeleri gereken bir söz değil mi?
Ne kadar da insanî, ne kadar da tanıdık geliyor. Söz söylemeyi ve iş yapmayı marifet bilenlerce dudak bükülecek, burun kıvırılacak, kulak oynatılacak bir söz... Yani kalpteki tesiri bir anda ve kolaylıkla tehdide dönüşeceğinden bu tehdide güya aldırmak istemeyenlerin el-yüz hareketleriyle kendilerini ele vermelerine yol açacak bir söz...
Oysa bu bir söz değil ki sadece, hâl... Evet, düpedüz bir hâl... yani gerçek, yani acı, yani hayatın ta kendisi. Yaşanmadıkça telaffuz edilemeyecek bir hâl... Kimilerince karamsar ve kötümser bir bakış açısının, belki bir çöküş hâlinin kendini gizleyemeyen işaretlerinden biri... Kimilerince karamsarlıklarını daha da karartacak bir tesbit, gerçeği, kendilerine mahsus gerçeği hayatın (herkesin) gerçeği olarak ilan etmelerini mümkün kılacak bir epigraf... Kimilerince ise sadece sermaye-i makal...
Ne söylesem ki harabım, ne eylesem ki harab!
Linç edilerek öldürülen sahib-i kalemin hikayesini bilenlerce bu söz ve bu hâl, kimbilir belki de hayat karşısında yenilmiş, hüsrana uğramış, çaresiz kalmış bir ferdin geçmişinde geleceğinin izlerini bulmaya yarayacak kriminolojik bir veriden ibaret...
Sözü söyleyenden hareketle anlamaya çalışmak, anlamı sözcüklerden hareketle anlamaya çalışmanın aynısı. Gerçi bazen işe yarar da. Lâkin yine de sözü sözde, anlamı anlamda görmek gerekir. Sözü sözde tanımalı, anlamı anlamın kendisinde. Anlam bulununca, anlamla bir kez olsun karşılaşılıp kendisi tanınınca, anlayacak olanın sözcüklere de, söyleyicilere de ihtiyacı kalmaz.
Tam da ayağının ucunu üzerine değdirdiği anda bütün vücudu karanlık göletin içine doğru çekilen acemi meraklının yaşadığı türden korkular, ne kadar ıslanan elbiselerinden soyunmak, kurtulmak isterse istesin, o soyundukça daha da büyür. Islaklık, vücudunu saran soğukluğun ürpertisiyle katmerleşir. Canı, kanı çekilir âdeta... Başı çatlar, kafatası sanki tam da ortasından ikiye ayrılacakmış gibi gelir. Moraran vücut kısa bir süre sonra sararır, cansızlaşır. Korku canı korkutur. Can korkudan kaçar, hiç değilse kaçmayı ister. Nafiledir. Korku gönlünü taze tutmayı beceremeyenleri hedef seçer. Korku kendisinden kaçıldıkça kaçanı sarar, bir ağ gibi kıvrandıkça kıvrananı kollarıyla kavrar, onu sıkıştırdıkça sıkıştırır, nefes alamaz hale getirir. Korku önce kişiyi değil, kişiliği öldürür. Kişilik ölünce, kişi de kendiliğinden ölmüş olur. Kişiliğini korkular karşısında koruyamayan adamlar görmeyi hiç becerebildiniz mi? Ben beceremedim.
Izdırab ise her zaman korkuyu doğurmaz. Korku her zaman öldürmeyi başaramaz. Korku kendisinden korkmayanlardan korkar. Mehabbet (sevgi) ile mehâbet (korku) sözcüklerinin arasındaki ses benzerliğini önemsemeyin, siz asıl mehabbet kılığına girmiş nice mehâbetin hissedilmesi güç tuzaklar aracılığıyla avlarını nasıl da pençelerine alıyor olduklarına bir bakın!
Aşkın yâresinden çıkan koku korkuyu uzak tutar. Aşık yârın açtığı yâreden o denli muzdarib olur ki korku âşıkların ikamet ettikleri arasokaklara girmeyi bir türlü başaramaz. Çaresiz döner yeniden anacaddelere... Pençesine alacağı kurbanlarını anacaddelerden seçer, anacaddelerin güvenliğine sığınmış kalabalıkların arasından.
Şu hayatın cilvesine bakınız ki kalabalıklar korkudan korkarlarken, korkunun kendisi arasokaklardan korkuyor.
Madem cilvelere bakmaktan söz açmış bulunuyoruz, o halde Fuzulî'nin şu dizelerine kulak verelim:
Vaslından ayrı n'ola kanın dökülse gül gül
Ben gülbün-i fırakım bu fasıldır baharım
Bu bir bülbülün çığlığı değil. Öyle ya, bülbül gülün semtindeki yabancı âşığın adı. Güle tutku ile bağlanan, gülden beslenen ve gülden beslendikçe nağmelerine revnak veren yabancının... Oysa bu beyitteki hüznün sahibi güle yaklaşan, onu uzaktan seven, sırf bu uzaklık sebebiyle onu önlenemez bir tutkuyla tutmak isteyen bülbül gibi genç bir âşığın değil, bilakis gülü her daim kavrayan, onun hep yanında olan, onun sadece açışını değil, soluşunu da, yapraklarını döküşünü de izleyen, hatta ona hayat vermişken onu elleriyle gömmek zorunda kalanın çığlığı... güle gülden yakın gülbünün.... gülbün-i firakın....
Yani bu çığlık başkalarının değil, sadece gül dalının çığlığı... gülün dalının çığlığı.
"Peki ne demek istiyor?" diye soranlara söyleyeyim o halde!
Demek istiyor ki: Ne söylesem ki harabım, ne eylesem ki harab!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder