19 Ekim 2010 Salı

Paris Akşamları

II. Dünya Savaşı'nın ardından Kırım-Tatar Halkı, Stalin'in zorba yönetimi altında çoğunluğu Sibirya'ya olmak üzere Uzak Asya'nın çeşitli yerlerine zorunlu göçe tabi tutuldu. Bir sabah ansızın Kırım-Tatar köylerini basan Sovyet askerleri, Türk olmak dışında hiçbir suçu olmayan bu insanları tren vagonlarına konserve misali istif ederek kapakları üstlerine sürgülediler. Bazılarının yolculuğu bir aya yakın sürdü ve bu yolculuk boyunca kapaklar hiç açılmadı. Açlık ve susuzluğa dayanabilenler bu kez havasızlıkla pençeleşmek zorunda kalıyordu. Bu apaçık bir soykırımdı. Bu soykırımdan kaçıp kurtulan az sayıdaki Kırım-Tatar Türk'ü ise Avrupa'nın çeşitli yerlerinde hayat mücadelesi veriyordu...
1947 yılının bir sabahı Paris'te, Ren Nehri kıyısında, ne denli fakir bir hayat yaşadığı kıyafetinden belli olan bir ceset bulundu. Fransız makamları bu cesedin, soykırımdan kaçıp kurtulduktan sonra Paris'te fakir bir hayata mahkum olan, Kırım-Tatar soylularından Buğra Alp Giray'a ait olduğunu tespit ettiler. Ve cebinde bir şiir buldular:



PARİS AKŞAMLARI

Bu kent her şeyiyle bana yabancı,
Caddeler, binalar, bütün insanlar...
Öyle hasretim ki ezan sesine!
Ararım çevremde minare, cami,
Lakin takılırım çan kulesine;
Her semtin muhteşem kilisesine.
Yâd el elemleri sarar içimi...
Uzaklarda yurdum! Burdan çok uzak...

Her mevsimi güneşli, masmavi göklü,
Camili, kubbeli, kümbetli, köşklü,
Ozanlı, garipli, kervansaraylı;
Hele insanları: Alpli, Giraylı,
Yok haber onlardan, baba evinden...
Bu yüzdendir halim, kopuk bir yaprak,
Her şey çok uzakta benden, çok uzak.

Gözlerim daima engine dalar.
İsterim ki her an, ana yurdumda,
Dağları dumanlı yaslı Kırım’da,
Duvarında mavzer ve Kur’an olan
Ata ocağında, bizim konakta
Bir bakır sinili sofra başında;
İftar beklenilsin, dua edilsin;
Ve sessiz sedasız yemek yenilsin,
Sonra şadırvanda abdest alınıp,
Hep birlikte teravihe gidilsin.

Uyansam her sabah ezan sesiyle,
Görsem Ayşecik'i su testisiyle,
Ninemi yaşmaklı, namaz kılarken,
Dinlesem dedemi, Kur’an okurken,
Başımı huşuyla yastığa koysam,
Sonra toparlanıp yola koyulsam;
Yahut günün şavkı vururken camdan,
Heybetli sesiyle çağırsa babam,
Anam da, "kalk yavrum, aslanım" dese,
Tutup elleriyle omuzlarımdan,
O müşfik haliyle sarılsa, öpse...

Semaver kaynarken ocak başında,
Dünya Türklüğünden, Türk tarihinden,
Bozkurt’tan, Turan’dan söz etse dedem,
Sonra Türklük için etse de niyaz,
Gözlerinden akan yaşını görsem...

Evet! Yurdum uzak, burdan çok uzak,
Bir ferahlık yahut bir şevk umarak,
Düşerim yollara akşamüstleri,
Böyle çaresizim, yıllardan beri.
Her zamanki gibi yorgun ve bitkin,
Artırıp yükünü hasta kalbimin,
Her an heyecanı gözlerimde yaş,
Görmek ümidiyle bir Türk, bir dildaş,
Dolaşırım Paris caddelerini,
Yorgun akan Sen’i, köprülerini...

Bir karakış vakti, Sen kıyısında,
Kafamın içinde TÜRKLÜK ÜLKÜSÜ!
Ruhumu kavuran yurt hasretiyle,
Böyle göçeceğim ebediyete...
Donmuş cesedimi bulup çöpçüler,
Defnedilmek üzere götürecekler;
Kimim ben, neyim, ne bilecekler?..

Buğra Alp GİRAY

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder