Free Zone filminin başlangıç sahnesi... Yönetmen, Natalie Portman'ın güzel yüzünü bir ayna gibi kullanıyor. Ne gördüğünü görmüyor ancak biliyorsunuz... Bu harika çekim tekniği ve Natalie Portman'ın güzel yüzü, İbranice bir Yahudi halk şarkısı olan "Had Gadia" ile birleşince ortaya bu muhteşem sahne çıkıyor... Şarkının sözlerinin Türkçe çevirisi videoya eklenmiş ve dikkate şayan...
Not: Bir rivayete göre: Şarkı Yahudilerin Mısır'dan çıkışını anlatmaktadır ve çocuk İbraniler, kedi Asuriler, Köpek Babilliler, sopa Persler, ateş Makedonyalılar, su Romalılar, öküz Araplar, kasap Haçlılar, ölüm meleği ise Türklerdir.
28 Ekim 2010 Perşembe
19 Ekim 2010 Salı
Paris Akşamları
II. Dünya Savaşı'nın ardından Kırım-Tatar Halkı, Stalin'in zorba yönetimi altında çoğunluğu Sibirya'ya olmak üzere Uzak Asya'nın çeşitli yerlerine zorunlu göçe tabi tutuldu. Bir sabah ansızın Kırım-Tatar köylerini basan Sovyet askerleri, Türk olmak dışında hiçbir suçu olmayan bu insanları tren vagonlarına konserve misali istif ederek kapakları üstlerine sürgülediler. Bazılarının yolculuğu bir aya yakın sürdü ve bu yolculuk boyunca kapaklar hiç açılmadı. Açlık ve susuzluğa dayanabilenler bu kez havasızlıkla pençeleşmek zorunda kalıyordu. Bu apaçık bir soykırımdı. Bu soykırımdan kaçıp kurtulan az sayıdaki Kırım-Tatar Türk'ü ise Avrupa'nın çeşitli yerlerinde hayat mücadelesi veriyordu...
1947 yılının bir sabahı Paris'te, Ren Nehri kıyısında, ne denli fakir bir hayat yaşadığı kıyafetinden belli olan bir ceset bulundu. Fransız makamları bu cesedin, soykırımdan kaçıp kurtulduktan sonra Paris'te fakir bir hayata mahkum olan, Kırım-Tatar soylularından Buğra Alp Giray'a ait olduğunu tespit ettiler. Ve cebinde bir şiir buldular:
1947 yılının bir sabahı Paris'te, Ren Nehri kıyısında, ne denli fakir bir hayat yaşadığı kıyafetinden belli olan bir ceset bulundu. Fransız makamları bu cesedin, soykırımdan kaçıp kurtulduktan sonra Paris'te fakir bir hayata mahkum olan, Kırım-Tatar soylularından Buğra Alp Giray'a ait olduğunu tespit ettiler. Ve cebinde bir şiir buldular:
PARİS AKŞAMLARI
Bu kent her şeyiyle bana yabancı,
Caddeler, binalar, bütün insanlar...
Öyle hasretim ki ezan sesine!
Ararım çevremde minare, cami,
Lakin takılırım çan kulesine;
Her semtin muhteşem kilisesine.
Yâd el elemleri sarar içimi...
Uzaklarda yurdum! Burdan çok uzak...
Her mevsimi güneşli, masmavi göklü,
Camili, kubbeli, kümbetli, köşklü,
Ozanlı, garipli, kervansaraylı;
Hele insanları: Alpli, Giraylı,
Yok haber onlardan, baba evinden...
Bu yüzdendir halim, kopuk bir yaprak,
Her şey çok uzakta benden, çok uzak.
Gözlerim daima engine dalar.
İsterim ki her an, ana yurdumda,
Dağları dumanlı yaslı Kırım’da,
Duvarında mavzer ve Kur’an olan
Ata ocağında, bizim konakta
Bir bakır sinili sofra başında;
İftar beklenilsin, dua edilsin;
Ve sessiz sedasız yemek yenilsin,
Sonra şadırvanda abdest alınıp,
Hep birlikte teravihe gidilsin.
Uyansam her sabah ezan sesiyle,
Görsem Ayşecik'i su testisiyle,
Ninemi yaşmaklı, namaz kılarken,
Dinlesem dedemi, Kur’an okurken,
Başımı huşuyla yastığa koysam,
Sonra toparlanıp yola koyulsam;
Yahut günün şavkı vururken camdan,
Heybetli sesiyle çağırsa babam,
Anam da, "kalk yavrum, aslanım" dese,
Tutup elleriyle omuzlarımdan,
O müşfik haliyle sarılsa, öpse...
Semaver kaynarken ocak başında,
Dünya Türklüğünden, Türk tarihinden,
Bozkurt’tan, Turan’dan söz etse dedem,
Sonra Türklük için etse de niyaz,
Gözlerinden akan yaşını görsem...
Evet! Yurdum uzak, burdan çok uzak,
Bir ferahlık yahut bir şevk umarak,
Düşerim yollara akşamüstleri,
Böyle çaresizim, yıllardan beri.
Her zamanki gibi yorgun ve bitkin,
Artırıp yükünü hasta kalbimin,
Her an heyecanı gözlerimde yaş,
Görmek ümidiyle bir Türk, bir dildaş,
Dolaşırım Paris caddelerini,
Yorgun akan Sen’i, köprülerini...
Bir karakış vakti, Sen kıyısında,
Kafamın içinde TÜRKLÜK ÜLKÜSÜ!
Ruhumu kavuran yurt hasretiyle,
Böyle göçeceğim ebediyete...
Donmuş cesedimi bulup çöpçüler,
Defnedilmek üzere götürecekler;
Kimim ben, neyim, ne bilecekler?..
Buğra Alp GİRAY
15 Ekim 2010 Cuma
Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar
CELLADIMA GÜLÜMSERKEN ÇEKTİRDİĞİM SON RESMİN ARKASINDAKİ SATIRLAR
Ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında.
Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar
ben yaşarken koptu tufan
ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat
her şeyi gördüm içim rahat
gök yarıldı, çamura can verildi
linç edilmem için artık bütün deliller elde
kazandım nefretini fahişelerin
lanet ediyor bana bakireler de.
Sözlerim var köprüleri geçirmez
kimseyi ateşten korumaz kelimelerim
kılıçsızım, saygım kalmadı buğday saplarına
uçtum ama uçuşum
radarlarla izlendi
gayret ettim ve sövdüm
bu da geçti polis kayıtlarına.
Haytanın biriyim ben, bunu bilsin insanlar
ruhumun peşindedir zaptiyeler ve maliye
kara ruhlu der bana görevini aksatmayan kim varsa
laboratuvarda çalışanlara sorarsanız
ruhum sahte
evi Nepal'de kalmış
Slovakyalı salyangozdur ruhum
sınıfları doğrudan geçip
gerçekleri gören gençlerin gözünde.
Acaba kim bilen doğrusunu? Hatta ben
kıyı bucak kaçıran ben ruhumu
sanki ne anlıyorum?
Ola ki
şeytana satacak kadar bile bende ondan yok.
Telaş içinde kendime bir devlet sırrı beğeniyorum
çünkü bu, ruhum olmasa da saklanacak bir şeydir
devlet sırrıyla birlikte insanın
sinematografik bir hayatı olabilir
o kibar çevrelerden gizli batakhanelere
yolculuklar, lokantalar, kır gezmeleri
ve sonunda estetik bir
idam belki!
Evet, evet ruhu olmak
bütün bunları sağlayamaz insana.
Doğruysa bu yargı
bu sonuç
bu çıkarsama
neden peki her şeyi bulandırıyor
ertelenen bir konferans
geç kalkan bir otobüs?
Milli şefin treni niçin beyaz?
Ruslar neden yürüyorlar Berlin'e?
Ne saçma! Ne budalaca!
Dört İncil'den Yuhanna'yı
tercih edişim niye?
Ben oysa
herkes gibi
herkesin ortasında
burada, bu istasyonda, bu siyah
paltolu casusun eşliğinde
en okunaklı çehremle bekliyorum
oyundan çıkmıyorum
korkuyorum sıram geçer
biletim yanar diye
önümde bir yığın açalya
bir sürü çarkıfelek
gergin çenekli cesetleriyle
önümde binlerce çiçek
korkuyorum sıra sende
sen de başla ve bitir diyecek.
Yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya
söyleyin
aynada iskeletini
görmeye kadar varan kaç
kaç kişi var şunun şurasında?
Gelin
bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar!
Bana kötü
bana terkettiğiniz düşünceleri verin
o vazgeçtiğiniz günler, eski yanlışlarınız
ah, ne aptalmışım dediğiniz zamanlar
onları verin, yakınmalarınızı
artık gülmeye değer bulmadığınız şakalar
ben aştım onları dediğiniz ne varsa
bunda üzülecek ne var dediğiniz neyse onlar
boşa çıkmış çabalar, bozuk niyetleriniz
içinizde kırık dökük, yoksul, yabansı
verin bana
verin taammüden işlediğiniz suçları da.
Bedelinde biliyorum size çek
yazmam yakışık almaz
bunca kaybolmuş talan
parayla ölçülür mü ya?
Bakın ben, bir çok tuhaf
marifetimin yanısıra
ilginç ödeme yolları bulabilen biriyim
üstüme yoktur ödeme hususunda
sözün gelişi
üyesi olduğunuz dernek toplantısında
bir söyleve ne dersiniz?
Bir söylev: Büyük İnsanlık İdeali hakkında!
Yahut adınıza bir çekiliş düzenleyebilirim
kazanana vertigolar, nostaljiler
karasevdalar çıkar.
Yapılsın adil pazarlık
yapılsın yapılacaksa
işte koydum işlemeyi düşündüğüm suçları
sizin geçmiş hatalarınız karşısına.
Ne yapsam
döl saçan her rüzgarın
vebası bende kalacak
varsın bende biriksin
durgun suyun sayhası
yumuşatmayı bilen ateş
öğüt sahibi toprak
nasıl olsa geri verecek
benim kılıcımı.
İsmet ÖZEL
1984
12 Ekim 2010 Salı
Çocuklar Korkunç Allahım
ÇOCUKLAR KORKUNÇ ALLAHIM
Çocuklar korkunç Allahım;
Elleri, yüzleri, saçları...
Uyurlar bütün gece
Yok sana ihtiyaçları.
Çocuklar korkunç Allahım,
Bebek yaparlar haçları.
Âşinâ değiller hatırâmıza,
Severken aynı ağaçları.
Fazıl Hüsnü DAĞLARCA
8 Ekim 2010 Cuma
Ne Söylesem Ki Harabım, Ne Eylesem Ki Harab!
NE SÖYLESEM Kİ HARABIM, NE EYLESEM Kİ HARAB!
Dücane Cündioğlu
(10 Ocak 2004 - Yeni Şafak)
Böyle söylemiş şâir ve hakikaten ne güzel söylemiş! Söyledikleriyle veya yaptıklarıyla boş yere mesûd ve mesrur olanların vird-i zeban eylemeleri gereken bir söz değil mi?
Ne kadar da insanî, ne kadar da tanıdık geliyor. Söz söylemeyi ve iş yapmayı marifet bilenlerce dudak bükülecek, burun kıvırılacak, kulak oynatılacak bir söz... Yani kalpteki tesiri bir anda ve kolaylıkla tehdide dönüşeceğinden bu tehdide güya aldırmak istemeyenlerin el-yüz hareketleriyle kendilerini ele vermelerine yol açacak bir söz...
Oysa bu bir söz değil ki sadece, hâl... Evet, düpedüz bir hâl... yani gerçek, yani acı, yani hayatın ta kendisi. Yaşanmadıkça telaffuz edilemeyecek bir hâl... Kimilerince karamsar ve kötümser bir bakış açısının, belki bir çöküş hâlinin kendini gizleyemeyen işaretlerinden biri... Kimilerince karamsarlıklarını daha da karartacak bir tesbit, gerçeği, kendilerine mahsus gerçeği hayatın (herkesin) gerçeği olarak ilan etmelerini mümkün kılacak bir epigraf... Kimilerince ise sadece sermaye-i makal...
Ne söylesem ki harabım, ne eylesem ki harab!
Linç edilerek öldürülen sahib-i kalemin hikayesini bilenlerce bu söz ve bu hâl, kimbilir belki de hayat karşısında yenilmiş, hüsrana uğramış, çaresiz kalmış bir ferdin geçmişinde geleceğinin izlerini bulmaya yarayacak kriminolojik bir veriden ibaret...
Sözü söyleyenden hareketle anlamaya çalışmak, anlamı sözcüklerden hareketle anlamaya çalışmanın aynısı. Gerçi bazen işe yarar da. Lâkin yine de sözü sözde, anlamı anlamda görmek gerekir. Sözü sözde tanımalı, anlamı anlamın kendisinde. Anlam bulununca, anlamla bir kez olsun karşılaşılıp kendisi tanınınca, anlayacak olanın sözcüklere de, söyleyicilere de ihtiyacı kalmaz.
Tam da ayağının ucunu üzerine değdirdiği anda bütün vücudu karanlık göletin içine doğru çekilen acemi meraklının yaşadığı türden korkular, ne kadar ıslanan elbiselerinden soyunmak, kurtulmak isterse istesin, o soyundukça daha da büyür. Islaklık, vücudunu saran soğukluğun ürpertisiyle katmerleşir. Canı, kanı çekilir âdeta... Başı çatlar, kafatası sanki tam da ortasından ikiye ayrılacakmış gibi gelir. Moraran vücut kısa bir süre sonra sararır, cansızlaşır. Korku canı korkutur. Can korkudan kaçar, hiç değilse kaçmayı ister. Nafiledir. Korku gönlünü taze tutmayı beceremeyenleri hedef seçer. Korku kendisinden kaçıldıkça kaçanı sarar, bir ağ gibi kıvrandıkça kıvrananı kollarıyla kavrar, onu sıkıştırdıkça sıkıştırır, nefes alamaz hale getirir. Korku önce kişiyi değil, kişiliği öldürür. Kişilik ölünce, kişi de kendiliğinden ölmüş olur. Kişiliğini korkular karşısında koruyamayan adamlar görmeyi hiç becerebildiniz mi? Ben beceremedim.
Izdırab ise her zaman korkuyu doğurmaz. Korku her zaman öldürmeyi başaramaz. Korku kendisinden korkmayanlardan korkar. Mehabbet (sevgi) ile mehâbet (korku) sözcüklerinin arasındaki ses benzerliğini önemsemeyin, siz asıl mehabbet kılığına girmiş nice mehâbetin hissedilmesi güç tuzaklar aracılığıyla avlarını nasıl da pençelerine alıyor olduklarına bir bakın!
Aşkın yâresinden çıkan koku korkuyu uzak tutar. Aşık yârın açtığı yâreden o denli muzdarib olur ki korku âşıkların ikamet ettikleri arasokaklara girmeyi bir türlü başaramaz. Çaresiz döner yeniden anacaddelere... Pençesine alacağı kurbanlarını anacaddelerden seçer, anacaddelerin güvenliğine sığınmış kalabalıkların arasından.
Şu hayatın cilvesine bakınız ki kalabalıklar korkudan korkarlarken, korkunun kendisi arasokaklardan korkuyor.
Madem cilvelere bakmaktan söz açmış bulunuyoruz, o halde Fuzulî'nin şu dizelerine kulak verelim:
Vaslından ayrı n'ola kanın dökülse gül gül
Ben gülbün-i fırakım bu fasıldır baharım
Bu bir bülbülün çığlığı değil. Öyle ya, bülbül gülün semtindeki yabancı âşığın adı. Güle tutku ile bağlanan, gülden beslenen ve gülden beslendikçe nağmelerine revnak veren yabancının... Oysa bu beyitteki hüznün sahibi güle yaklaşan, onu uzaktan seven, sırf bu uzaklık sebebiyle onu önlenemez bir tutkuyla tutmak isteyen bülbül gibi genç bir âşığın değil, bilakis gülü her daim kavrayan, onun hep yanında olan, onun sadece açışını değil, soluşunu da, yapraklarını döküşünü de izleyen, hatta ona hayat vermişken onu elleriyle gömmek zorunda kalanın çığlığı... güle gülden yakın gülbünün.... gülbün-i firakın....
Yani bu çığlık başkalarının değil, sadece gül dalının çığlığı... gülün dalının çığlığı.
"Peki ne demek istiyor?" diye soranlara söyleyeyim o halde!
Demek istiyor ki: Ne söylesem ki harabım, ne eylesem ki harab!
2 Ekim 2010 Cumartesi
Göğe Bakma Durağı
GÖĞE BAKMA DURAĞI
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
Turgut UYAR